BENİM PENCEREMDEN HAYATIM

   


  Bu sabah yine güneşin ışıkları ve kuş cıvıltıları ile uyandım.Yatağım penceremin yanında olduğu için perdenin kenarından sızan güneş ışınları gözlerime doğru geldi yine. Bu güne de bir elhamdülillah dedim içimden. Kuşların cıvıltılarını duymak çok güzel kulağıma müzik gibi geliyor. Rabbim sanki bizler için yaratmış. Besmelemi çekip kalktım, perdeyi çektim ve penceremi açtım ve işte o koku! Doğanın kokusu.. Rabbim şehirde evlerin arasında sıkışmış bütün insanlara nasip etsin bu kokuyu. Durumu olmayıp köylere veya başka yerlere gidemeyen bir çok aile var elbette onlar için de dua ettim içimden. Biliyorumki ben burda yaşamımı sürdürüken dünyanın diğer yerlerinde yaşayan kardeşlerim neler yaşıyorlar onlar için duamı hiç esirgemiyorum elimden geldiğince paramın bir kısmını onlar için harcarım daima. Oksijeni içime çektikçe şükrettim. Dışarıdan gelen yeşilliğin, toprağın kokusu çok güzel. Bu kokuya hayranım. Kokuyla birlikte oksijeni  çekerken içime iyice kendime geldim. Diğer penceremi de açtım. 


 Odamda iki pencere var biri yatağımın yanı diğeri de çalışma masamı koyduğum yerde. Camı açarken fark ettim; dün akşam yağmur yağmıştı hemen kendime kahve yaptım ve kitabımı da alıp köşeme geçmiştim. Üstüme battaniyemi alıp yağmur sesinde kahvemi içerken kitap okumayı çok seviyorum bir terapi gibi geliyor yağmurun sesi. Doğal ücretsiz terapi işte daha ne isterki insan sübhanallah. Bu köşeyi bu yüzden çok seviyorum. Yatağımdada okuduğum oluyor ama bu koltuk tipli sandalyem çok rahat ve onu çok seviyorum heleki pembe rengi benim en sevdiğim renktir.

 Kahve bardağımı unutmuşum. Bardağı alırken de masamdaki kitap dağınıklığını düzenledim. Terliklerimi giydim tam odamdan çıkarken duvardaki annemlerle ailecek çekildiğimiz fotoğrafa takıldı gözüm. Her sabah bakarım, yine baktım gülümsedim, her zaman aklımdalar hiç çıkmazlar. Yanlarındayken neden bilmiyorum çok kavga ederiz. Ama araya mesafe girince özlem artıyor ve herkes yumuşayıveriyor. Fotoğrafı çekildiğimiz yer gözümün önüne geldi bir an. Yine bir sultanahmet meydanın da geziye çıkmıştık, bor vaz bir defa yapardık Araba aldıktan sonra ise daha cok eniştemlerle gezmeye gidiyorduk. Sultanahmet meydanın da biraz gezeriz mısır falan yer ordan gülhane parkına geçeriz ordan da eminönü tabiki, orda balık ekmek yer gelirdik evimize. Açıkçası İstanbul burnumda tütmüyor değil. Mutfağa geçtim bardağımı lavaboya koydum. Sonra elimi yüzümü yıkayıp abdest almak için banyoya gittim. Ardından odamda seccademi yere serip namazımı kıldım. Sonra masamdaki kuranımı aldım ve kaldığım sayfamdan devam ettim. Her ayeti okurken bazen anladığım yerler olunca hemen mealine bakarım. Ve Rabbimin bizler için neler yarattığını yada neler emrettiğini okumuş oluyorum. Çoğu zaman günahlarımız aklımıza gelir ya benimde öyle oluyor. Kuluz sonuçta Rabbimize el açıp ondan merhamet istemek, acizliğimizi göstermek ve tövbe etmek bizim görevimiz. Ama elbette yapmamak için çırpınsakta nefsimize çok yeniliyoruz malesef. Rabbim bizleri nefsimiz ile tek başımıza bırakmasın. Kuranımı okuduktan sonra mutfağıma geçtim. 


Mutfakta da küçük bir pencerem var lavabonun önünde. Perdemi çekip pencereyi açtım her zamanki gibi sabah kuşlarım pencerenin önünde dizilmiş beni bekliyorlar. Canlarım ya!Annem gibi bende yem, kuru ekmek kırıntılarını koyarım onlarda alışınca tabiki her sabah konuyorlar buraya. Kendimden önce onları doyuruyorum. Aldım hemen ekmek kırıntılarını serpiştirdim önlerine. Nasılda yiyorlar! Birbirlerini de ayırıyorlar. Bu kuşların adını bilirsiniz kumru isimleri. Büyük siyah gibi olanları var sanırım onlar biraz kendilerini üstün görüyorlar kahverengi küçük kumruları biraz eziyorlar. Bu yüzden siyah kumrular gelince onları kış kışlıyorum çünkü diğerlerinkinide yiyorlar. Hayvanların doğasıda bi ilginç. Aslında onlarla fıtrat olarak aynı yaratılmışız. Özellikle memelilerle. Annelik duygusu veya kıskanma duygusu ve sevgi, eşlerine karşı olan davranışları ile bizde olan duyguları besliyorlar aslında. Mesela ben, İstanbul'daki evimizin arka bahçesindeki ceviz ağacında bir karga yuvasına şahit olmuştum. Aslında buna benden çok annem şahitti. O her gün yatak odasındaki penceresini sabahları açarken bazı günler dişi bir kargayı izliyormuş. Ben de sonra dan gördüm. Karga küçük küçük ağç dalları ile yuvanın temelini kurduktan sonra birde kırmızı küçük tül parçası ve bir kaç bez parçası ile yuvasını hem sağlamlaştırıyor hemde dekorasyon yapar gibi süslemiş. Allahın işine bak yaa! Ben okadar şaşkınım ki, yuvayı dişi kuş kurar sözünün nereden geldiğini o an anlamıştım.

  Kuşlarım güzel güzel yemlerini yiyorlarken o sırada bende mutfak masasındaki küçük fanusumda beslediğim balığım Portakal'ın yemini verdim. Evet ismi portakal çünkü o çok tatlı turuncu bir balık. Onu bir petşoptan almıştım. Balıklarıda kuşları sevdiğim gibi çok seviyorum. Aslında bütün hayvanları severim. Ama kedileri uzaktan severim.Kucağıma alıpta onlarla ilgilenemem ya da kuşları elime alamam yani neden bilmiyorum ben ortaokuldaykende kuşumuz vardı onada dokunamazdım. Yoksa onları uzaktanda olsa severim.

  Hayvanları ve bitkileri evimizde besleyip onlara sevgi göstermek insanlara iyi gelirmiş. Buyüzden onlarla arkadaşlık yapmak banada iyi geliyor. Psikologların sosyal medyada sayfalarını takip ediyorum orda görmüştüm; toprakla uğraşmak, bir evcil hayvan beslemek gibi şeyler psikolojik olarak rahatlatırmış insanları. Özellikle bitki yetiştirirken elimizin toprağa değmesi ile toprak, vicuttaki negatif enerjiyi çekermiş. Bu yüzden çıplak ayakla toprağa basmak ta çok etkili. Bunları düşünürken balığımı izliyordum ne kadar güzel yaratılmış. Sadece bu mu denizin altında bilmem kaç milyar canlı var. Her biri o kadar çok güzel ve farklı özelliklere sahip ki. İnsan bunları düşünerek tefekkür etmiş oluyor. Ve zaten kainatı okumak bir tefekkür değil midir?Gökyüzüne bakıpta bulutları izlemek, ağaçların herbirinde oluşan güzel mi güzel  rengarenk çiçekleri düşünmek kainatı okumanın örneklerinden bir kaçı. 

  Artık arkadaşların karınlarını doyurduğuma göre bende birşeyler yiyeyim. Çaydanlığı ocağa koydum, buzdolabından doğal peynirimi, zeytinimi reçelleri, pekmezi ve tahinimi çıkardım. Doğal diyorum çünkü katkı maddesiz besleniyorum. Market ürünleri ile beslenirdim eskiden ve ne kadar zararlı olduğunu bilsekte yerdik.Köyümüzden doğal peynir falan gelirdi ama biz yine katkı maddesinden vazgeçmezdik. Daha doğrusu çok lezzetli gelir çünkü içinde fazlasıyla glikoz bulundurur. Bundan dolayı da alır yerdik. Aslında bir alışkanlık da diyebilirim. Çünkü annemler hep öyle beslenmişler öylede devam ediyorlar. Onlarda istemezler ama uğraşmakta istemiyolar işte. Baktığımız zaman ülkece böyle bir durumdayız. Herkes dışarıdan fabrikasyon besleniyor. Ağaçlarda büyütülen meyveler, sebzelerse çöp oluyor malesef. Çok üzücü bir durum.Türkiye olarak dışarıdan hiçbir ürün almadan sadece bizim tarlalarımızda yetişen ürünleri, sütümüzü, yoğurdumuzu kullansak ne güzel olurdu. Ama malesef böyle birşey yapılmıyor. Elbette köylerdeki insanlarımız böyle yaşıyorlar.Ve onlar bizlerden daha şanslılar. Bize göre daha sağlıklılar. Bu yüzden hasta sayımız ülkemizdeki şehir nüfusunu kapsıyordur. Bunu dememin sebebi belli, bu katkı maddelerinin içinde bilmem hastalık yapan kaç madde vardır. Bunlarla beslenen şehir insanlarının da malesef hastalıkları da çok oluyor. Artık bende bu hastalıklardan uzaklaşmak adına doğal, organik beslenmeye özen gösteriyorum. Peynirimi bizim memleketten getittiriyorum. Zeytinimi yan komşumdan alıyorum. Kendilerinin bizzat zeytin fabrikaları var. Egede bir köyde yaşıyor ailesi. Sağolsun arkadaşıma söylüyorum getittiriyor. Gerçekten organik olduğu okadar belliki. Lezzeti, kokusu, rengi vs. herşeyiyle kendini belli ediyor. Aynı şekilde pekmez de öyle. Dut pekmezi tercih ediyorum genellikle. Köyde bir teyze var o yapıyormuş ondan alıyorum pekmezimi. Tayini ise çok zor buluyorum bu yüzden çoğu zaman marketten alıyorum. Az kullanıyorum tabi. Balımı bal kovanları olan bir amcamız var burada ondan alıyorum. Amcanın adı Ahmet, Ahmet amca arıcılık ile uğraşıyor. Köydeki herkes tanır Ahmet amcayı, ondan alırlar ballarını. Eşide hayvan larından sütünü sağar, tereyağı yapar. Sütü ve tereyağınıda pazarda satar geçimlerini böyle sağlarlar. Reçelimide ya kendim yapıyorum yada el yapimi reçeller satıyorlar pazarda köylü teyzeler onlardan alıyorum. Bu pazardan aynı zamanda sebzemi de alıyorum. Domates ve salatalıklarımı çoğu zaman mini tarlamdan toplasam da olgunlaşmadığı zaman pazardan alıyorum. Kahvaltı tabağımı hazırladıktan sonra çayımı koydum. Masama geçtim ekmek sepetinden kahvaltılık yufkamı aldım. Mis gibi köy kokuyor. Kayseri'nin kokusu bu koku, kayseri deyince tabi sucuğu unuturmuyuz. Kalkıp buzdolabından Kayseri'den gelen sucuğumu ve köydeki teyzelerden aldığım taze yumurtalarımdan iki tane aldım. Sucuklu yumurta yapmak için ocağı açtım yumurtaları kırarken aklıma neler gelmiyor ki yumurtayı canlı hücre diye anlatırlardı bize fen derslerinde. Gerçekten de öyleydi. Ama birde bunu tefekkür ederek manevi boyutunu düşünmek lazım. Rabbim bizim için yumurta, süt, bal yaratmış ve bunları bizlere sunan birer hayvan yaratmış. Tavuk yumurtasını kuluçkada bırakınca yavrusunu dünyaya getirir. Ama bizim için yumurtlar. İnek kendi yavrusunu beslediği süt ile bizide besler.Arı ise bize midesinde oluşturduğu bal ile hizmet eder. Sübhanallah! Rabbim bizler için yarattığı bu canlıların bide biyolojideki hallerini inceleyince insan daha bi hayran kalıyor.

Yumurta iyice pişince ocağın altını kapattım. Oh! mis gibide koktu. Tavayı masama koydum ve oturdum. Kayseri' den gelen köy yufkasını halamlar yapıyorlar. Gerçekten ekmekten daha doyurucu ve sağlıklı aynı zamanda bağırsaklara çok yararlı. Kahvaltıda kesinlikle tercih edilmesi gereken bir besin.

Kahvaltımı yaparken masamın köşesin de bulunan pembe renkli çok tatliş nostaljik bir radyom var, ondan programlar veya ilahiler dinliyorum.Bazen güzel ney musikileride oluyor. Ney dinlemek çok huzur veriyor bana. Program olarak Hatice Tongar ablamın veya eşi İsmail abimin bazen de diğer takip ettiğim hem yazarlık hem de radyoculuk yapan yazarların programlarını dinliyorum. Hem dem oluyorum, bilgileniyorum hem de lezzet alıyor ruhumu besliyorum. Bazen Senai abimin programını dinliyorum öyle güzel anlatıyorki insan sohbetine doyamıyor. Bunları düşünürken kahvaltımı yapmaya devam ediyorum radyomdan da ney musikileri dinliyorum en çok sevdiğim bilindik bir ilahi. Hatta ben bunu lisede çok sevdiğim bir Kuran-ı Kerim hocamdan Umut hocamdan dinlemiştim ve onun sesinden tabii ki çok etkilenir insan bizde çok severdik hocamızı dinlemeyi.Yunus Emre'nin di yanlış hatırlamıyorsam "Demedim mi demedim mi gönül sana söylemedim mi…" ilahisini gerçekten en çok severek dinlediğim bir musiki. Hele ki bunu ney ile çaldıklarında gerçekten çok ruhu doyuran bir musiki ortaya çıkıyor. Sabahları kuranımıda okuyorum musiki dışında ama okumadığımda ise telefonumdan makamını çok beğendiğim hocalarımızın kuranı kerim okumalarını dinliyorum. Çünkü kuranı kerim okumak, dinlemekte ruhumuzun ihtiyaçlarındandır. Aynı bedenimizin gıdaya ihtiyaç duyduğu gibi.Bu arada kahvaltımı bitirdim ve masamı topladım bulaşıkları yıkadım.Şimdi biraz bahçemle ilgileneyim. Hem sabah havası iyi geliyor insana hava serinde olsa o oksijen vücuda şifa oluyor. Portmantonun yanında bahçe malzemelerim vardı,küçük bir kürek ve tırmık,aldım onları. Hava serin olduğu için üstüme şalımıda aldım ve bahçeye geçtim. Terliklerimi çıkarıp sarı bahçe çizmelerimi giydim. Bahçeyle ilgileneceksem tüm malzemelerim tam olmalı dimi ama. Devlet sağolsun lojmanlara küçük birer bahçe yaptırmış. E ben dururmuyum hemen biçtim çimeni, küçük bi tarla yaptım kendime. Domates, salatalık ne varsa öğrendim önce nasıl ekilip biçilir, sonra da besmeleyi çekip güzelce ektim, biçtim ve sebzelerimi yetiştirdim. Çokta güzel oldu. Mis gibi toprak kokuyor sebzelerim. Yerken lezzet alıyor insan. Şimdi sebzelerimi sularken baktımda domateslerim çıkmaya başlamış.

Aklıma Saniye ablam geldi. Sosyal medyada takip ettiğim bir çocuk gelişim uzmanı ama aslında bir akedemisyen anne, bir yazar kendisi.Çocuk gelişim uzmanı olsada sanki bir bitki uzmanı gibi yada bir çiftçi uzmanı gibi herşeyin bilgisine sahip çünkü kendisini bu alandada yetiştiriyor. Her durumunda bizide bilgilendirmeyi unutmuyor.Minik domateslerimi görünce onun domateslerine yavrularım demesi geldi aklıma. O hem kendi yavrusuna annelik yapıyor hemde yavrularım dediği bitkilerine. Acaba benim annem nekadar annelik yaptı dedim içimden. Bunu demeyi istemezdim ama aklımdan yaşadıklarım geçince üzülüyorum. Elbette annemi seviyorum o benim canım ama bi çok tepkisi kalbimi kırıyordu. Yinede onun yaşadıkları daha ağırdır deyip susuyorum. İçime attıkça bende kötü oluyorum ama bi şekilde ben atlatırım diyorum. Bi dönem atlatamamıştım belki başka sebepleri vardı yaşadığım sıkıntının ama çok şükür bitti ve burdayım. Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Kötü şeyler yaşandı ve bitti imtihandı demekki benim ve annemin imtihanı. Toprakla biraz uğraşınca bunları düşünmeyi bıraktım ve biraz oksijeni içime çektim ve şükrettim. Saat dokuz bu saatte bu hava okadar güzel oluyorki zaten buralar dağlık yerler oksijen bol bide arada esen rüzgar, uzaktan gülümseyen güneşle tam bir huzur doluyor insanın içi. Küçük bir kamp sandalyesi ve masası almıştım o duruyor kapının önünde. Tarlamın yanında toprakla uğraşırken ona oturup arada dinleniyor manzaramı seyrediyorum. Sessiz sakin, sadece kuş cıvıltıları, horoz,tavuk, inek ,koyun sesleri başka bir şey yok. İnsan bundan başka ne isterki. İlim ile ilimlenip ibadetin ile kulluk görevini yapıyorsan ve elbette bu dünyadaki işlerini de hallediyor, dünyanın diğer ucundaki kardeşlerinide düşünüyorsan, rabbini anmayı unutmayıp, çocuklardan sevgini büyüklerden saygını esirgemiyorsan sen zaten olgunlaşma evrenindesindir. Ben hep okuduklarım da bunu gördüm bunu bildim. Öneririm bizler için bir yol biçmiş "huzme" adındaki sayfanın sahiplerinden rabbim binlerce kez razı olsun. Onların varlığından nekadar çok haberim olsada hiç bir şey yapamadığım yıllar oldu bir türlü hayatımı yoluna koyamıyordum ama bu gün bir şeyler yapabildiysem, minimalizme alışmış bir halde burda bu küçük evde peygamber efendimizin yolundan gitmek için çaba gösteriyorsam bu onların sayesindedir. Bunları düşünürken imamhatip yıllarım aklıma da gelmezmi gözlerim yaşardı bir an! Ah hocalarım! Emekleri okadar çokki ödeyemeyiz hiç birini, hepsinin ayrı ayrı emeği var üstümüzde. Zeytinburnu imamhatip bana o kadar çok şey kattı ki! Orda çok şey öğrendim. Lise bitti üniversitenin ilk yılları, sonra eve geri döndüğümde o yıllardaki halim hiç iyi değildi başka şeylerden dolayı. Kendimi lisedeki gibi görmüyordum çünkü oranın ortamı okadar farklıydı ki. Hani deseler tekrar liseye gidin diye 4,5 kez okurdum liseyi herhalde ama sonrasında okadar çok şey yaşadım ki ve hepsinin sebebini biraz daha iyi anladım. Ve o ortam bir tek bu lisedeydi çünkü Rıdvan hocamızdan bir tane vardı, İlyas hocamızdan bir tane vardı.... O insanlar sadece allah rızasını düşünen insanlardı. Her biri benim için gerçekten çok değerli. Aynı şekilde ilk ve ortaokullardaki hocalarımda öyleler. Heleki matematik öğretmenlerim onları bi tık daha çok seviyorum. Çünkü bir matematikçi olarak (yani hem sevdiğim için ve yapabildiğim için) onları daha çok seviyorum. Çocuk gelişimi alanında öğretmenlik yapıyorum ama yine de arada bir isteyen öğrencilere matematik dersi veriyorum. Birikim adında bir dershaneye gitmiştim ortaokulda ordaki hocalarım ergenlik zamanı ya, bizimle çok ilgilenirlerdi, ilgilerini hiç eksik etmediler bu çocuklar ergenliğe giriyorlar ve bu çocukların hamurlarını iyi yoğurmalıyız deyip ellerinden ne geliyorsa yapmaya hazırdılar. Çünkü seviyorlardı mesleklerini. Onlar bizi hazırlarken kendileride kpss ye hazırlanıyorlardı onlar çalışırken bizlerle ilgilenmeyi unutmuyorlardı. Ve eminim diğer dersanelerden hiçbirine benzemiyordu. Çünkü orası bir yuvaydı ve o insanlar bize annelik, ablalık yeri geldi babalık yaptılar. Ne sıkıntımız varsa derman olmak istediler. Dertleri sınavdan önce bizim dertlerimiz oldu. Onlar gönüllerimizde yer edindiler. Sonra lisede öğrendim ki bizim lise birikimle anlaşmalıymış yani öğrenciler direk oraya yönlendiriliyor. Neden derseniz bizim rehberlikçi zeynep hoca birikimde yıllarca çalışmış orayla ilgisini kesmemiş birikimdeki rehber hocamızla iletişim halindelerdi hatta bana dosyalar verirdi hocamız bende dersaneye götürürdüm o derece. Zaten sonradan anladım bizim 8. sınıfta sohbet ablaları vardı onları ben lise birde bizim okulda görünce önce anlamadım sonradan dersaneye gidince bi baktım bütün zeytinburnu burda. Sonra dank etti biz ortaokuldaykende geliyorlarmış.Okadar mutlu oldum ki rabbim hayırlı yerlere kapımı açmış. Ve bu duyguları yaşıyorsam o güzel insanlar sayesinde. 

 Bu kadar düşüncelere daldım ama biraz üşüdüm. Çiçeklerimide suladıktan sonra duvarın kenarında musluk vardı botlarımı ve malzemelerimi yıkadım, botlarımı çıkarıp kenara koydum ev terliklerimi giydim ve eve girdim. Nasıl üşüdüysem ev sıcacık geldi. Hemen ısındım. Şalımı portmantoya astım. Bahçe malzemelerimi yerine koydum. Banyoda elimi yüzümü yıkadıktan sonra salona geçtim biraz dinlenmek için koltuğa oturdum. İlerde kullanmak için veya birine hediye edebilirimde havluya etamin, bungalov nakışı işliyorum. Sehpanın üstünde duruyordu dinlenirken onuda yapayım dedim ve elime aldım. Nakışı işlerken aklımdan renklerin çeşitliliği,güzelliği falan geçiyordu. Birbirinden güzel 7 farklı renk ve onlardan da türeyen çeşit çeşit renkler.Yeşilden fıstık yeşili, mint yeşili gibi farklı yeşiller türüyor mesela. Siyah ve beyaz gibi birbirinin zıttı olan iki farklı renk var bide. Zıtlık ya! dünyanın yaratılışından beri zıtlık üzerine yaratılmadık mı. Evet zıtlık üzerine mesela gece-gündüz, kız-erkek, yeryüzü-gökyüzü, zengin-fakir, genç-yaşlı, güzel-çirkin diye uzar gider bu zıtlık. Böyle olmalıydı çünkü. Eğer dünya sadece zenginlerle yada fakirlerle dolu olsaydı olurmu hiç. Fakirinde bir kaderi var zengininde. Üzerimize düşen bir görevde var. Zengin hem bu dünyafaki işlerini yoluna koyacak hemde kulluğunu bilip hainlikten, cimrilikten, kötülükten uzak durup ibadetini yapacak orucunu tutup zekatını verecek dünyadaki bütün kardeşleri için çaba gösterecek. Yani elinden geldiği kadarıyla yapacak. Burda zengin olmak aslında çok açıklama gerektiren bir kelime ama onu sonrada açıklarım. Fakir bir insana gelirsek rabbine şükredecek kulluğunu yerine getirip, sabredecek kötü günler yaşıyorsa duasını edecek zenginin varda benim niye yok diye isyan etmeyecek. Bu şekilde yaşamamız gerekiyor öyle emrolunduk çünkü. Zengin zekatını verecek fakir de duasını verecek ona. Aklıma izlediğim bir video gelmişti ayakkabısı olmayan bi çocuk parkta oturan temiz kıyafetleri olan birine bakıp keşke ben onun yerinde olsaydım der ve istediği olur ama bu sefer o çocuğun yerinde bankta oturuyor o çocuksa sevinerek koşuyordu çıplak ayakla önce anlamıyor, onun ayakkabısı var diye seviniyordu ki ayağa kalkmadığını farketti ve bacaklarını hareket ettiremiyordu ve istediği ayakkabı için çok pişman olmuştu ve anlamıştı yaptığı yanlışı. Evet bizde bu duruma düşebiliriz allah korusun tabi. Kaderimiz bizim için nasıl yazılıydıysa elhamdülillah deyip elimizi kalbimize koyarak eyvallah diyeceğiz. Rabbim milyonlarca insan yarattı kimini padişah, kimini sultan, kimini öğtetmen, kimini doktor yarattı. Her birine ayrı dünyalar verdi. Kiminin annesi vardı, kiminin teyzesi. Kimininse hiç kimsesi. Ama yaşam devam ediyordu. Rabbimiz bizim sadece kendisinden razı olacağımız şeylerle meşgul olmamızı istedi okadar. Kulum burası misafir hane burada ye iç ama geldiğin yeri unutma ve bol bol ağaç dik buralara ordan. Geldiğinde cennet gibi güzel bir yer olacak burda, yoksa odunlar içinde yanacaksın diyor. Diktiğimiz her ağaç kıldığımız namazlardı çünkü. 


Neyse konu nereden nereye kadar uzadı en son neyden bahsediyordum renkleri düşünüyordum. Hatta siyahla beyaz olsaydı sadece hayatımız acaba nasıl olurdu? Bu yüzdende bu renklerin bile bir nimet olduğunu düşünürüm hep. Renklerin nasıl oluştuğunu ilkokulda öğrenmiştik hatırlıyorum da, gökkuşağının o su damlasının kırıp geçmesi ile yani bir ışıktan bahsedersek şeffaf bir su damlasının içinden geçip kırıldığında oluşan o yedi renk! Mesela güneş ışığına bardak tuttuğumuzda da aynı şekilde o yedi renk oluşuyor! Bu 7 rengin 7 olmasının da bir aslında sebebi var! Çok ilgimi çekmişti. Bu durumda tabii ki o sebebi tam olarak okuyup öğrenememiştim ama altındaki o sebep bence çok önemli. Yine mesela renkleri düşünürken aklıma hemen birbirinden güzel çiçekler geliyor her birinin rengi ile içindeki bir daha tohumlarıyla bu kadar güzel yaratılmış olana kadar bir tevekkül etmemek mümkün değildir bence. Rabbim o kadar güzel güzel yaratmış ki onları her birinden farklı farklı kokular farklı farklı görüntüler oluşuyor papatyalar, güller, laleler, menekşeler.... O kadar farklı çiçekler var ki ismini bilmediğimiz. Bir kitap şeklinde bile bunları yazıp bakımları hakkında bilgiler veriyorlar ve ortaya çok kalın bir kitap çıkıyor tabiki. Ben lisedeyken bu konu hakkında bize biyoloji öğretmenimiz ödev vermişti. Konumuz da istediğimiz bir çiçeğin bütün yapılarını bir ödev halinde anlatmaktı. Kütüphaneden bitkiler hakkında bir kitap almıştım bende. İçinde hiç bilmediğim binlerce çeşit bitki vardı ve her birinin ismi bizim bildiğimiz çiçekler gibi değil farklı farklı değişik yabancı isimlerdi. Ben de ardından en güzel olanını yani pembe rengi çok sevdiğim için o renkte bir çiçek seçtim. Adı ise küpe çiçeğiydi gerçekten rengi ve kendisi çok güzeldi. Benim en sevdiğim çiçek cam güzelidir normalde ama ikinci favorim küpe çiçeği oldu şimdi. Ondandır penceremin önünde bir kaç küpe çiçeği yetiştiriyorum. 


 Velhasılkelam renkler o kadar güzel bir şey ki Rabbimin bu nimetini hiç unutmamak gerek. Evrenin, kainatın neresine bakarsak bakalım bu nimeti her yerde görebiliriz;güneşin sarısı, ayın beyazlığı, gökyüzünün mavisi, gecenin karanlığının bile lacivert oluşu ve en güzelide yediğimiz yiyeceklerdeki bütün meyvelerim, sebzelerin her birinin renk pigmentleri bizim vücudumuza şifa vermekte bundan daha büyük nasıl bir nimet olabilir ki!




BCP (Blogları Canlandırma Projesi) Ağustos Yazısı

 



   Merhaba sevgili okuyucularım!  Bu ayın konularından biride tıp imiş. O zaman biraz gerçek tıptan konuşalım. Evet gerçek tıp nedir sizce yani kastettiğim tıp aslında günümüzdeki tıp değil. Okuduğum bir kitapta tıp adına bir çok gerçekleri yazmışlar ve ilk orada öğrendim herşeyi. Aslında Rabbimiz bizim için hastalık elbette yarattı ve tüm bitkiler ile de dertlerin dermanını, şifasını verdi. Efendimizin çörekotu her derde devadır örneği gibi. Yada o yıllarda verem hastalığına karşı buldukları çareler. Bunların yanında Osmanlı’da darüşşifaların kurulup rabbimin verdiği aklı kullanarak ilk tıbbı ve tıbbi malzemeleri bulan ve dünyaya yayılacak ömürlük eserler bırakan alimlerimizde gerçekten tıbbın ilim adamları imiş. Misal Ebü'l Kasım Halef bin Abbas Zehrâvî isimli Müslüman bilgin, Et-Tasrif isimli tıp ansiklopedisinin üç bölümünü cerrahi aletlere ayırmış. Ve şu bilgilide eklersem:

  “İslam tıp bilginlerinden özellikle İbni Sina'nın Batı tıp tarihinde önemli etkisi olmuştur. Onun “Kanun fi’tıp”adlı eseri Latinceye çevrilmiş, yalnız 15. ve 16. yüzyıllarda otuz beşten fazla baskı yapmıştır.

  İslam dünyasında İbn-i Sina kadar ünlü bir diğer isim Horasan'ın Rey kentinde doğan ve Galen üzerine çalışmalarıyla kendisine İslamın "Calinos"u ismi takılan, Zekeriya Razi’dir (854-932). Elliden fazla tıbbi eserin sahibi olan ve “Al-Mansuri”adlı eseri 15. yüzyılda Latince'ye çevrilen Razi, Hipokrat’ın pratiği ile Galen’in teorilerini birleştirmiştir. Eserlerinden altısı tıbbi deontolojiye aittir. Sülfürik asiti keşfetmiş ve farmakolojiye birçok yeni ilaçlar katmıştır.

İspanya’da, Kordoba’da doğan Ebu'l Kasım El-Zehravi (936-1013) İslam dünyasının en büyük cerrah ve anatomistidir. Dönemi için modern sayılacak cerrahi esasları tıbba kazandırmış, ilk kez cerrahi aletlerin çizimlerini yapmış, dağlama ve amputasyon yöntemlerini uygulamıştır. En ünlü cerrahi eseri “Al-Tasrif fit Tıp” adını taşımaktadır.

Ali bin Abbas  ya da Latince "Haly Abbas" olarak bilinir. İranlı Müslüman fizikçi ve tıp alimidir. "Kitab El-Maliki" adlı tıp ve psikoloji üzerine yazdığı eseriyle ve günümüzden yaklaşık 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapmasıyla biliniyor.

İslam dünyasının önemli hekimlerden biri de 13. yüzyılda Şam'da ve Kahire'de çalışmış olan İbn Nefis’tir. “İbn-i Sina Kanunu’nun Anatomi Kısmına şerh” adlı eserinde Galen’in dolaşım sistemine itiraz etmiştir. Galen’in ileri sürdüğü kalbin sağ ve sol karıncığı arasındaki duvarda deliklerin bulunduğu görüşünü reddetmiştir. Nefis’e göre söz konusu yerde herhangi bir delik bulunmamaktadır. Bu da kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere gidip oradan sol karıncığa geçmesi demektir. Yani, günümüzde bildiğimiz küçük kan dolaşımı dediğimiz olaydır. Bu açıklama zamanında İslam ve Osmanlı dünyasında biliniyor olmasına rağmen Avrupa tarafından fark edilmemiştir.”

  Evet bu bilginin ardından şunu söylemek ne kadar üzücü biliyoruz bunları ama malesef tarihte hep batının bilim adamları tarafından bulduğuna dair bilgiler yer alması çok sinir bozucu bir durum. İbni Sinan’ın veya diğer alimlerin şuan kitapları üniversiteli öğrencilerimizin elinde olması gerekirdi. Ama malesef öyle değil.Peki onca köyde yaşayan insanlar sapa sağlam uzun ömürlü yaşarken bizlerin sağlıkları bu kadar bozuk olması neden demeye gerek varmı. Elbette yok. Yendiğimiz yemeklerin hangisi doğal organik ve katkı maddesiz ki. Batı malesef bizi bu konuda yok etmeyi genlerimizle oynayıp neslimizi bozmayı öyle güzel başardı ki. Bu çok önemli acı bir gerçek. Bunları yazarken dahi canım çok yanıyor. Müslümanların ülkesini ele geçirmek zor ama içten fethetmeyi ancak bu şekilde yapabildiler. Okuduğum kitapta ise şu gerçeklere şahit olmuştum. Batının bir kasabasında çalışan sağlıkçı, herkes çok sağlıklı olduğu için kimsenin gelmemesi üzerine hiç para kazanamıyor. Bunun üzerine yanlış hatırlamıyorsam kasabalıların hasta olmasına sebep olan bir sistem oluşturuyor ve doktorun e tabiki bununla birlikte eczaneninde kazanmasını sağlıyor tabi bu çok eski yıllarda daha hastanelerin açılmadığı yıllarda oluyor ve ilacı doktor satıyor. Eczanelerinde aslında hikayesi böyle başlıyor. Malesef böyle bir olayı duymak okumak nekadar üzücü. Bu yediğimiz yemeklerin hikayesinede “Farmageddon savaşı” denmekte. Kitapta;

“Ne yazık ki insanlığın sağlıklı hali tarih sayaflarında kalmış bir hatıra durumunda!Galene göre insan vücudu ya sağlıklıdır, ya hastadır, ya da ikisi arasındadır. Aradaki, bu üçüncü hal sanki bugünü tarif ediyor. Toplum ne hasta, ne sağlıklı, hem hasta, hem sağlıklı. Biraz hasta, biraz sağlıklı. Bir süre hasta, bir süre sağlıklı... Birbirini izleyen (ve hiç bitmeyen) sağlıklılık-hastalı döngüsü... Sürekli bir savaş hali, farmageddon savaşı!

  Ivan Illiche göre insanlığın üçte biri beslenme yetersizliği çekerken, üçe ikisi ise modern bir hastalık olan kötü beslenme salgınına yakalanmış durum da. Zenginler daha çok miktarda zehir ve mutajen maddeler içeren yiyecekler yiyor. 225 Modern kötü beslenme, çeşitli tezahürleriyle iatrojenik hastalıklardan daha fazla zarar veriyor insanlara.

   Kötü beslenme; modern hayat biçiminin, dünyevileşmenin, dayatılan bilimciliğin, körü körüne bilim dalkavukluğunun, fıtrata müdahalenin, çevre tahribatına ve hazcılığın sonucu ortaya çıkmış pandemi düzeyinde bir hastalığa dönüşme durumda.

   Tabiat yalnız bedenleri değil aynı zamanda ruhları da besler. Her türlü ahlâki değerden yoksun olan modern sanayi, ne yazık ki tabiatı saran bir kansere dönüşmüştür. Bugün daha fazla tarım ürünü elde etmek gibi gerçek dışı iddialarla pazarla tarım pestisitleri, kentlilerden daha fazla köylüyü ve çiftçiyi tehdit ediyor. Geleneksel Tabi tohum yerine endüstriyel tohum gübreler,pestisitler gibi zararlı tarım girdileri, hem çiftçinin hem de toprağın sağlığını bozuyor. Ürün fiyatlarını yükseltiyor, orta ve uzun vadede verimi düşürüyor. Gıdanın besin değerini düşürüyor. ABD'de yapılan birçok çalışma, endüstriyel tarım sonrasında birçok gıdanın besin değerinin büyük oranda düştüğünü gösteriyor. Pestisit kalıntıları, gıdaların aşırı düzeyde işlenmesi ve eklenen katkı maddelerinin toplum sağlığına verdiği zararıda cabası.

   TÜİK'in verilerine göre, 2002 yılında 266 milyon dolarlık zararlı gübre ithal eden Turkiye, 2011 yılında tam 1 milyar 374 milyon dolarlık gübre ithal etmiştir. Türkiye, ithalatından daha fazla gübre üreten de bir ülkedir. Bütün bu kimyasal zahirler toprağa bırakılmaktadır. Bu kimyevi nitrat gübresi, ürünü hacimsel olarak büyüttü büyütmesine lakin suları kirletti, gıdalar bozuldu ve nihayetinde Turkiye mide kanserinde Japonları bile geride bırakarak dünya birincisi oldu. 

   Endüstriyel tarımın bir sonucu olan mono tarımda besin değerinden ziyade ürün çokluğuna ve estetiğine önem veriyor. Netice itibariyle yine toplumun sağlığı bozuluyor. Post-antibiyotik veya McTıp da denilen günümüz endüstriyel tubbı bu gidişattan mutlu. Nasıl mutlu olmasın ki herkes biraz sağlıklı biraz hasta.

   İnsanlar para harcayıp zehirli ucube gıdalar satın alıyor ama bu gıdalar onları hasta ediyor. Bu kez de iyileşmek için modern tıbbın çarkına giriyorlar, ihtişamlı hastanelerde servet harcıyorlar. İşin en acısı ise, hastalığa sebep verenle, hastalığı 'tedavi(!)' iddiasında olanların aynı şirketler olması! İlacı da, gübreyi de, diğer kimyevî maddelerini de, tıbbî aletleri hatta tohumu da aynı el, aynı sermaye üretiyor.

   Tüketimin kurallarını, tetkik ve teşhisin ölçülerini de onlar belirliyor. Dahası neyin hastalık olup olmadığına da onlar karar veriyor. İçlerinden birisi sürüden ayrılsa, gerçekten halkın sağlığını düşünen bir kelam etse (mesela "Kolesterol ilaçları hiçbir işe yaramaz, bırakın" dese) hemen meslekten aforoz etmeye çalışırlar. İyilik maskesi imal etmekle yükümlü PRcılara, reklamcılara, sivil toplum kuruluşlarına sahip, sürekli sosyal sorumluluk kampanyası düzen bravarslarına sahip, sürekli paraların döndüğü şeytani bir çark bu Farmageddon işte bu!

   Kötülüğün kol gezdiği bu kargaşa çağında Müslümana düşen en önemli görev, insanlığı, bilimciliğin, pozitivizmin ve materyalizmin sürüklediği helak edici uçurumdan kurtarmaktır. Bunu ise ancak zihindeki putları yıkarak, bilgisizliği yok ederek, bencillik ve müsrifliğe son vererek, fıtratın kanunlarına ve tüm canlıların hayat hakkına saygı duyarak, kadim bilgiye ve hikmete sahip luğuna son vererek, sessiz ulemaya itiraz ederek, kendini batıla sürükleyen iktidara karşı durarak, irfan ehli olarak, batının batmakta olan gemisini terk ederek ve yeniden Hz. Peygamber (sav)'in ölçü ve öğütlerine sarılarak başarabilir!

Başka çare  yoktur!”

Şeklinde anlatılan yazıdan bu savaşın anladığınız üzere aslında böyle bir savaş olduğunu yani silahlı bir saldırı gibi değil içten fethetme uygulaması bu şekilde olur dercesine bizi yolumuzdan şaşırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar maalesef. Okuduğunuz bu savaştaki en acı şeyse gerçekten bu hastalıkları da tedavi edenide yapan aynı el başka bişey değil insanlığın gözü para olmuş gerçekten bunun hesabını nasıl ödeyecekler bilmiyorum. Rabbim bizi öyle olmaktan korusun. Kitapta da dediği gibi bizler peygamber efendimizin (s.a.v) yolundan ayrılmadığımız sürece biiznillah bize bişey olmaz. Onun ümmetiyiz onun gibi yaşamalıyız. Sadece dikkatli  gözü açık uyanık olmalıyız. Belki bu teknoloji çağında çok zor ama başarabiliriz. 

  Aynı zamanda batının en sevmediğim yanı ise bizim için ürettikleri o zehirleri kendi ülkelerinde yedirmiyorlar. Biliyorlar neye sebep olacaklarını. Heleki herşeyin içinde o jelatin denen domuz ürünün olması. Zaten şunu duyunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Türkiye domuz çiftliğinde birinciymiş. Yani şimdi ne demeli bu duruma. Ben yurtta kalırken helal sertifikalı paketli gıdaların olduğu “Afia” markasının üreticisi seminer vermişti üniversitede. Ablanız bize bayram şekeri vermişti. Gayet doğal jelatini glükozu olmayan doğal bir şeker. Ne kadar lezzetli ve çok yedirmeyen ve tabiki doğallığı bu yediğimiz kentin şekerleri gibi değil. Dışı mat mesela biliyorsunuz şekerlerin dışı parlak yağlı gibidir işte o jelatin. Sadece orda mı oluyor keşke ya bu inşaat malzemelerinde bile oluyormuş. Herşeyi anlatmıştı ablamız allah ondan razı olsun. Gerçi nekadar alışığız ki dışardan yememeye. Ben bile istemedende olsa arada bir alıyorum. Ama oda dondurma oluyor sadece. Elhamdülillah şükürler olsun hem onun bilincindeyim hemde biraz hastalığım gereği doğal paketli gıdalar yememem gerektiği için yemiyorum , canım çekmiyor zaten. Maraş dondurması tüketiyorum daha çok doğal olduğu için daha doğrusu glükozu olmadığı için. Sizede market ürünü değil Maraş açıkta satılan külah dondurmayı öneririm gerçi her Maraşçı bir değil ama yinede iyidir. Hiç olmadı evde kendi dondurmamızı yapabiliriz. Kendi evime çıktığımda inşallah nasip olursa afianın ürünlerini kullanmak ve kendi ellerimle yapmayı istiyorum herşeyi ve sebze meyve tamamen memleketten olmalı. Herkesin böyle yapması gerekiyor imkanımız nekadar elverirse o kadar güzel olur herşey. 

  Tabi batı sadece yemek konusunda değil kendi ülkesinde evlatlarını ne kadar düzgün ve kurallı yetiştiriyor ,eğitime bizim ülkemize göre daha çok önem veriyor. Örneğin üniversitelere hazırlanan çocukların sistemlerine bakın o kadar saçma bi sistem ki bizim ülkemizdeki. Yurt dışında şöyle bir sistem var mesela çocuklar yeteneklerine göre liselerde eğitim aldıktan sonra kendi bölümlerinin üniversitelerine hazırlanıyorlarmış. Meslek sahibi olmayanda kalmıyormuş. Batıdaki eğitim başarısının bizden çok olması üzücü maalesef. Üniversite okumak için oralara giden öğrenciler ne yapsın. Onlarda haklı eğitimlerini geliştirmek istiyorlar bunu bizim ülkemizden sağlamaları ne kadar gurur verici olurdu halbuki. 

  Ah ah o kadar çok konu var ki konuşulacak aslında bu yazıda tıptan girdim konuya ama konu konuyu açınca değişti tabi neyse sizler kendinize sağlığınıza dikkat edin, hastalanmayalım heleki bu günlerde salgın arttı yine yememize içmemize çok dikkat edelim meyveyi sebzeyi ihmal etmeyelim. Doğal beslenmeye paketli ürünü kullanmamaya çalışalım. Daha bilinçli olalım inşallah😌

   Hoşçakalın ,sevgi ile kalın Allah’a emanet olun okuyucularım😌

TARİHİ CAMİLERİMİZİN GEÇMİŞİ VE GEOMETRİK DESENLERİ

  Merhaba sevgili okuyucularım! Uzun zamandan sonra yine bir aradayız. Kendi alanımın dışında güzel paylaşımlar yaptım baya. Ama şimdi yine kaldığımız yerden devam edelim. Gerçi bu alanda sürekli ilgilenebilecek vaktim oluyordu şuan ise olmuyor çünkü çalışmaya başladım. İnşallah hafta sonları zamanımı ayırabilirim. 

  Evet ilgi alanım yani özellikle bu sayfayı açarkende isminden gördüğünüz üzere İslami geometrik sanatları. Bu sanat hakkında çok daha fazla bilgim paylaştıklarımın dışında yok. Öğrenmeye devam ediyorum. Bunun dışında geriye sadece tarihleri ve motiflerini merakla öğrenebileceğimiz camilerimizin,medreselerimizin vs. isimlerini bilmek kalıyor. Desenleri incelemek için geziler dahi yapmak güzel olabilir. 

Ailecek, arkadaşlarla vs. yapacağınız geziler için planlar yapıp hem tarihini hemde sanatsal olarak yapısını inceleyebiliriz desenlerin. Bende desenleri çizerken bi çoğunu araştırdım ama bakmadıklarım çok. İsmini bilmediklerim de. Tabi çizdiğim her desen bir camiye veya bir esere ait değil. Sade desenlerde var internetten bakıp çizdiğim. Onları elim alışsın ve açıları anlamak öğrenmek için çiziyorum. 

   Bu yazımda da  çizinlerimden üçünü seçtim  çünkü ülkemden parçalar olsun istedim ve araştırıp okuduğum tarihlerini sizlerle paylaşmak istedim. Nasip olurda yolunuz bir gün düşerse buralara gideceğiniz duraklar arasında bu camilerimizde yer alsın derim inşallah😌

  Seçtiğim eserler iç anadolu ve güney anadolu bölgesinden. Varacağımız duraklar Konya Kayseri ve Diyarbakır’da . Bakalım bu eserler bizlere kimlerden emanet kalmış?Nasıl desenler ile süslenip bezenmiş? Haydi yolculuk başlasın o zaman☺️

 •İlk durağımız Kayseri:Hacı Kılıç Cami

Tarihi:

Selçuklu devletinin son dönemlerinden kalma bir eser olarak 750 yılı aşan yaşına rağmen hala dimdik ayakta duran Hacı Kılıç Cami, taçkapısı ve mihrabındaki süslemelerle Kayseri'deki tarihi eserler arasında özgün bir yere sahiptir.

   Kayseri şehir merkezinde ve İstasyon Caddesi üzerindeki Hacı Kılıç Cami, Selçuklu döneminin önemli eserlerinden biridir. Kayseri'nin sahip olduğu dini yapılar arasında önemli bir yeri bulunan Hacı Kılıç Cami; Selçuklu devletinin son dönemlerinde 647 (M. 1249} tarihinde Ebu'l-Kâsım Bin Ali Tûsî tarafından yaptırılmıştır.

  Bu eserimizin girişinde bulunan mukarnaslı nişin altında celi sülüsle yazılmış bir kuşakta Tevbe Suresi'nin 18. ayeti yer almaktadır: "Allah'ın mescidierini ancak Allah'a ve ahiret gününe imân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imâr eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır." âyet-i kelimesi yazılıdır.Cami girişinde bu yazı; beyaz mermer üzerine yazılmışken, medrese kapısında taş üzerine işlenmiştir. Giriş kapısı basık kemerlidir. Sağ ve solda mukarnaslı nişli mihrabiyeler yer alır. Taçkapı dış pervazında yukarıya kadar uzanan sütunlar ve içte; giriş kapısının iki yanındaki küçük sütunlar da geometrik karakterde değişik desenlerle süslenmiştir. Yalnızca medrese kapısının dış pervazında mukarnaslı bordür dolaşmaktadır. Bu kapının üst kısmındaki kitabede celi sülüsle Arapça olarak iki satır halinde yazılan metnin tercümesi şöyledir: "Bu mübarek medresenin yapılmasını Keyhüsrev'in oğlu yüce sultan, din ve dünyanın şerefi, fetihler sahibi, Keykâvus devrinde 647 (1243) senesinde zayıf kul Tûs'lu Ali oğlu Ebu'l-Kâsım eliyle emretti." 

  Evet tarihi bilgisi ile çok eskilere dayanan bu eser gerçekten yıllar geçmesine rağmen hala ayakta insan şu zamanda dahi bu kadar sağlam eser yapamazken dedelerimiz öyle büyük miraslar bırakmışlarki bizlerin torunları dahi görür diyebiliriz. Girişte ayeti kerime yazması ve atalarımızın ismi hakkında bilgi vermesinde çok güzel. Genelde birçok camimizin yada medreselerin girişlerinde güzel hat yazıları ile ayeti kerimeler yazılmakta dedelerimiz sanata önem veriyormuş evet ama imanları öyle kuvvetli imiş ki sanatada bunu yansıtmışlar. 

  Bu güzel eserde birazda sanatsal incelemeler yapalım. Benimde desenini çizdiğim eserimizin bir kaç resmini ve desenini paylaşacağım. 








 

    





İkinci durağımız Konya:Eşrefoğlu Cami

 Tarihi:

 Beyşehir şehir merkezinde olup en eski Selçuklu Beylik dönemi yapılarındandır. Selçuklu Hakanı Sultan Sancar'ın emri ile 1134 yılında yaptırılmış, daha sonra Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297 yılında bugünkü şekliyle yeniden inşa edilmiştir. Halen ibadete ve ziyarete açıktır.

   7 asırlık cami, taş, tuğla, çini ve renkli boyama gibi birçok süsleme sanatının bir arada ve yoğun olarak kullanıldığı tek ahşap cami olması nedeniyle Türk mimarlık tarihinde özel bir yeri vardır. Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297-1299 yılları arasında yaptırılan Eşrefoğlu Camii, ahşap direkler üzerine oturtulan düz tavanlı camilerin en büyüğü olarak biliniyor. Caminin ahşap olmasına rağmen 7 asır çürümeden ayakta kalabilmesinin sırrının bugün bile bilinmediği caminin önemli özelliklerinden biri de, ortasında bulunan, 4-5 metre derinliğindeki "karlık" denilen kuyudur. Karlığın, caminin çürümesini önlemek amacıyla yapıldığı sanılmaktadır. Karlığa dolan karın yavaş yavaş erimesiyle, nemin, caminin içindeki ağaçların ömrünü uzattığı sanılıyor. 

  Bu güzel tarihi eserimizi diğer camilerden ayıran bir özelliği varmış. Mimarlar ozamanlar gerçekten her ayrıntıyı düşünmüşler. Eğer bu fikirler olmasa camilerden bir kalıntı dahi kalmazdı. Misal Mimar Sinan’ın eserleride öyle o yıllarda ne elektrik vardı nede teknoloji çok ileri seviyedeydi. Ama mimarımızın ince fikirleri sayesinde aydınlatmayı nasıl sağlayacağını biliyordu.

 Bu eserimizdende güzel kareler ve desenler paylaşacağım sizlerle. 










Üçüncü durağımız Diyarbakır:Ulu Cami

 Tarihi:

 Diyarbakır Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerindendir. Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen ve kentin en büyük kilisesi olan Mar Toma Kilisesi’nin MS 639 yılında camiye çevrilmesi ile oluşturulmuştur.    

  Diyarbakır’da hüküm sürmüş bütün devletler tarafından Ulu Cami’ye büyük önem verilmiştir. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Keyhüsrev, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve Osmanlı padişahlarından birçoğu ile İnaloğulları, Nisanoğulları ve Artuklulara ait kitabe ve fermanlar caminin çeşitli yerlerinde görülmektedir.

  Cami bu kilisenin üzerinde gelişmiştir. Ancak bu kilisenin planı ve mimarisi hakkında herhangi bir bilgi bulunmuyordu. Emeviler zamanında bölgede İslamiyet'in yayılmasıyla birlikte, Şam Emeviye Camisine benzetilerek bir kurulan bir camiden ilk İslam kaynakları bahsetmektedir. 1046 yılında kente gelen Nasır Hüsrev kentteki yapıları anlatırken Ulu Cami'den de bahsetmektedir. Hüsrev, caminin çok destekli bir sütun sistemine sahip olduğuna ve yapının yakınında bulunan bir kilisenin süslemeli sütunlarına işaret etmektedir. 1085 yılında kenti ele geçiren Selçuklular zamanında cami yeninden büyük bir onarımdan geçirilmiştir. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın emriyle vali Amidüddevle 1090 yılında camiyi esaslı bir biçimde onarmıştır. Tek şerit halinde bu onarıma ilişkin kitabede şunlar yazılıdır:


"Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla; Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed onun elçisidir. Bunun yapılmasını Büyük Sultan, Büyük Sahlann Şahı, ümmetin ve emirlerin başı, Arap ve acemlerim efendisi, dünya ve dinin yücelticisi, Devletin Kudreti, Fetih babası, Alparslan oğlu Melikşah - Allah saltanatını devamlı kılsın ­emretti.

Dinin şerefi, Devletin direği, Vezirlerin tacı, Cehir oğlu Mansur Muhammed valiliği zamanında Allah günlerini uzatsın; Kadılann şerefi, Büyük kadı Abdülvahid oğlu Abu nasır Muhammed eliyle ve Kudüs'lü Muıammed oğlu Ahmed'in vekaletiyle 484 (1091) senesinde yapıldı."

Selçuklu döneminde yapıda gerçekleştirilen onarımların nereler olduğu bu gün için tam belli değildir.

Yapı 1115 yılındaki depremde tahrip olmuştur. Bu dönemde caminin içinde bulunan ahşap destekli bölümlerin yıkıldığı, İnaloğulları zamanında yeniden inşa edildiği bilinmektedir. 1117-1125 yılları arasında avlunun doğu ve batı kanatlarında bulunan çift katlı revaklı bölümler inşa edilmiştir. 1155 yılında Avlunun doğusunda bulunan Mesudiye Medresesi inşa edilmiştir. Yapı sonraki dönemlerde Selçuklu, Artuklu, Osmanlı, Akkoyunlu zamanında da onarım görmüş ve ilavelere maruz kalmıştır.


  Diyarbakır Ulu Cami, İslam aleminde (Kâbe, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa ve Şam Emeviye Camisi’nden sonra) beşinci Harem-i Şerif yani Kutsal Mabed olarak kabul edilir.  

 Cami, planı itibariyle Şam Emeviye Camisi’nin Anadolu’ya yansıması olarak yorumlanır. Bir külliyeyi andıran Ulu Cami, ortadaki dikdörtgen biçimindeki büyük avlunun etrafında yer alan çeşitli bölümlerden oluşur. Avlunun güneyinde Hanefiler bölümü, kuzeyinde Şafiiler bölümü ve Mesûdiye Medresesi, batısında Zinciriye Medresesi ile doğusunda revaklı bölümler bulunmaktadır.

Camiye giriş üç ayrı yerden sağlanır. Doğudaki ana giriş kapısının iki köşesinde aslanla boğa mücadelesini simgeleyen ve simetrik olarak işlenmiş kabartma bir figür bulunmaktadır.

Yapının içinde orta bölümün tavanı kalem işleriyle süslenmiştir. Benzer kalem işi süslemeleri tavanın yüzeylerinde de görülmektedir. Buradaki yazı şeridi şeklindeki kalem işleri daha çok Osmanlı dönemi süslemelerinin özelliklerini taşımaktadır.

  Bu tarihi eserimizi de sona bırakmak istedim biraz daha detaylı bir tarihi var çünkü. Ve çok büyük bir cami. Dedelerimiz eğitime çok önem vermiş zamanında bunu en çok ülkemizin her bir yerinde kurulan medreselerden anlayabiliyoruz. Osmanlı dönemi değil sadece o dönemden önce ki yıllarda da kurulmuş. 

 Araştırmalarımın yanında tarihi dizi sever biri olarak TRT 1 in dizilerini takip ederek o dönemin devlet adamlarını da öğreniyorum aynı zamanda. Bu eserimizde bir çok bölümü olması ile ve içinde medreselerinin oluşu ile diğerlerinden biraz daha farklı. Bir okul gibi diyebiliriz. Aynı zamanda içinde bir çok kitabe ve ferman bulundurmuş olmasıda onu ayıran bir özelliği. 

Resimler ile biraz da camimizi ve geometrik desenini inceleyelim. 











 
  Umarım bu yazımı da beğenirsiniz ve  birşeyler aktarabilmişimdir. Bir dahaki yazım da görüşmek üzere ☺️Hoşçakalın!

KİTAP VE FİLM YORUMLARI📚🎞🍿🎥



 KİTAP YORUMU

 Merhaba sevgili okuyucularım bu hafta bişeyler yazmak istedim ve farkettimki arada bir kitap yorumunda yapmak gerekir bende yapmadığım için bu sefer kitap yorumu yazayım dedim. Bu aralar elimde okuduğum hem dini ama bi yandanda sanki iki kişinin mesajlaşmasını okuyormuş gibi yazılmış bir çeşit kitap. Ömer sevinçgülden. Bence tanıdınız😊. Evet “CARPEDİEM”!! Ve “Anı yaşa!”  desem hemen anlarsınız zaten!☺️

  Bu kitabımızın ismi de“Seni seven biri var”. Kitabın ismi belki sayfamın ismi ile ilişkili değil o tarz sanatsal kitaplarını tercih etmeliyim aslında, neyse sonra onlarda olur inşallah! Öncelikle bu kitaplarımı bitirmeliyim. Okuduğum kitap gerçekten dini kitapları öğrenmeyi ve okumayı çok seviyorsanız bence tam sizlik. Aslında kitaptaki iki kişiden yani yazar ve ateist bir kahramanın konuşmasına şahit oluyoruz. Kızımıza yani kahramanımıza davette bulunuyor bir nevi. Tabiki kızımızın sorduğu sorular üzere aldığı cevaplarda davet gizli bir biçimde yapılıyor. Ve bu davet aslında gerçekleri yani hayatın gerçeklerini anlatarak yapılan gizli bir davet. 

  

  Gerçekleri zaten biliyoruz değil mi ölüm, ahiret ,kabir Rabbimiz ,peygamberlerimiz  vs. Bir olan Rabbim herşeyi bizim için yaratmış ve elbette hiçbir şekilde abes yani boş yere yaratmamıştır….

  Bunlar ve daha bir çok şeyler konuşuyorlar yazar ve genç kızımız. Kitabın akıcılığının yanında sayfalar arasındaki küçük notlarsa çok hoş gerçekten! Ve en çok etkilendiğim bölüm ise canı sıkılan genç kızımıza cevap olarak, birgün çok muhteşem harikulade bir fuar gezdiğini anlatıyor, insanın hiç canı sıkılır mı bu fuarda diyor ve anlatmaya başlıyor bu fuarı!

Sizce neresi bu fuar! İpucunu söylesem zaten anlarsınız😌 Tabiki şu koca hayat yolculuğumuz ve çevremizde gördüğümüz göremediğimiz canlı cansız şahit olduğumuz tüm varlık alemiydi bahsettiği fuar!🥹Evet nekadar çok şaşılacak bir kainatın içindeyiz! Herbir varlığı, şu içinde bulunduğumuz bedenimizi dahi öyle özenerek yaratmış ki Rabbimiz! Sizler için o bölümü anlatmadan önce kitap arkasındaki küçük, kısa özeti yazmak istiyorum. En çok sevdiğim kısımdır kitap arkası yazıları sizde önden okumak istersiniz belki:

““Hayatın anlamı ne, nerden geldim, ölümden sonra ne olcak?” gibi sorular sormaya başladın mı, alacağın cevap “Kafayı mı yedin kızım sen?” olur. Yada “Erkek arkadaşınla kavgamı ettin yoksa?” falan derler. Aslında her insanın hayatı sorgulaması gerektiğini düşünmek istemezler pek…

        Umrundaydı sanki!

Zeki bir genç kız…Kitap okuyor…Düşünüyor…Sorguluyor…Edebiyata meraklı... Felsefeye ilgisi var... Kitapları seviyor... Kendisi de yazılar yazıyor... Sanal ortam- da gizemli bir yazarla tanışıyor bir gün... Hayata dair her konuda konuşuyorlar... Yüzünü hiç görmediği bu yazarla güçlü bir bağ kuruluyor aralarında... Zamanla konular ilginçleşiyor... Beklenmedik farklı olaylar gelişiyor... Bir gencin kendini arama ve yeteneklerini keşfetme serüveni bu... İlginç, samimi ve etkileyici...”

  Evet anlatmak istediğim yere gelirsem zaten kısacık bahsetmiştim ama biraz daha detaya ineyim. 

Yüzbinlerce reyon olduğundan bahşediyor bu fuarda yazar. Çeşitli yerlerinde kıyısı görünmeyecek kadar büyük havuzlar varmış. Devasa büyük ampul koca fuarı aydınlatıyormuş gelen insan sayısı sayılamayacak kadar çokmuş … Varlıklar aleminde yani canlılardan kara üzerinde yaşayanların çeşitliliğinden bahsetmiş ve bir çoğunun bize öyle güzel vitaminli besinler verdiğini söylemiş  sonra sular altında çok büyük bir reyon var diyor yazar. Orada rengarenk çeşit çeşit bize fayda sağlayacak çok güzel eserler var demekte birde havada uçan o alemden bahseder  hayranlıkla izlediğini söyleyerek… 


 Ve akşam olmuş, masmavi gök bir anda kızıl mor  rengine bürünmüş. Aydınlatan lamba batmış ve ışıl ışıl parlayan minik ışıklar ve beraberinde büyük beyaz bir lamba aydınlatması varmış. Göğün rengi siyahlaşmış…

 Şeklinde devam ediyor bu güzel alemden bahsederken daha güzel bir anlatımı var tabi ben aklımda kalanları yazdım. Böyle bu tarz kitaplar gerçekten güzel carpediemin tüm serisi uyguna indirimde satılmış olsa hemen alırdım. Bir kaç kitabını okumuştum sadece. Neysek uzatmayım siz okuyun yorumları sonra yaparız☺️ 

FİLM YORUMU


Koruyucu (2021) — The Movie Database (TMDB)

Bir de film yorumu yapalım. “Koruyucu” ve “Buz yolu” adlı iki film. Buz yolunu önceden babamla izlemiştim. Sonuna denk gelmişti ama. Bu seferde  iki filminde başını kaçırdım. Ama olsun birdaha bakarım. 

 Filmin ana karakterleri aynı oyuncu; Liam Neesson . Biri adı üstünde koruyucu gerçekten heyecanlı dövüşlü falan o tarz filmleri seviyorum! Aslında kimse istemez, sevmez belki kanlı filmleri ama ana konusu güzel olunca!😌Baba iç güdüsü ile bi evladı korumak çok güzel bir şey sonuçta. Bi mafyanın peşinde olduğu bilinen çocuğu koruyan leesson çok başarılı bir nişancı. Çocuğuda bu konuda eğitim veriyor. Sonunda ise bu tehlikeli yolculuk bitiyor ve çocuk annesine kavuşuyor.  


  Buz yolunun ise başını kaçırınca çok anlayamadım onu bidaha izlemeliyim. merakta ediyorum. Bununda isminden  anlaşılacağı üzere buzun üzerinde geçen tehlikeli bir hayatı anlatıyor. Heyecan dorukta! Kurtulabilecekler mi diye merakla izliyorsunuz. Ve dostluğun güzel bir örneğini göreceksiniz. Şimdiden iyi seyirler diliyorum. Yorumlarda buluşmak üzere
!☺️

BENİM PENCEREMDEN HAYATIM

      Bu sabah yine güneşin ışıkları ve kuş cıvıltıları ile uyandım.Yatağım penceremin yanında olduğu için perdenin kenarından sızan güneş ı...