BCP (Blogları Canlandırma Projesi) Ağustos Yazısı

 



   Merhaba sevgili okuyucularım!  Bu ayın konularından biride tıp imiş. O zaman biraz gerçek tıptan konuşalım. Evet gerçek tıp nedir sizce yani kastettiğim tıp aslında günümüzdeki tıp değil. Okuduğum bir kitapta tıp adına bir çok gerçekleri yazmışlar ve ilk orada öğrendim herşeyi. Aslında Rabbimiz bizim için hastalık elbette yarattı ve tüm bitkiler ile de dertlerin dermanını, şifasını verdi. Efendimizin çörekotu her derde devadır örneği gibi. Yada o yıllarda verem hastalığına karşı buldukları çareler. Bunların yanında Osmanlı’da darüşşifaların kurulup rabbimin verdiği aklı kullanarak ilk tıbbı ve tıbbi malzemeleri bulan ve dünyaya yayılacak ömürlük eserler bırakan alimlerimizde gerçekten tıbbın ilim adamları imiş. Misal Ebü'l Kasım Halef bin Abbas Zehrâvî isimli Müslüman bilgin, Et-Tasrif isimli tıp ansiklopedisinin üç bölümünü cerrahi aletlere ayırmış. Ve şu bilgilide eklersem:

  “İslam tıp bilginlerinden özellikle İbni Sina'nın Batı tıp tarihinde önemli etkisi olmuştur. Onun “Kanun fi’tıp”adlı eseri Latinceye çevrilmiş, yalnız 15. ve 16. yüzyıllarda otuz beşten fazla baskı yapmıştır.

  İslam dünyasında İbn-i Sina kadar ünlü bir diğer isim Horasan'ın Rey kentinde doğan ve Galen üzerine çalışmalarıyla kendisine İslamın "Calinos"u ismi takılan, Zekeriya Razi’dir (854-932). Elliden fazla tıbbi eserin sahibi olan ve “Al-Mansuri”adlı eseri 15. yüzyılda Latince'ye çevrilen Razi, Hipokrat’ın pratiği ile Galen’in teorilerini birleştirmiştir. Eserlerinden altısı tıbbi deontolojiye aittir. Sülfürik asiti keşfetmiş ve farmakolojiye birçok yeni ilaçlar katmıştır.

İspanya’da, Kordoba’da doğan Ebu'l Kasım El-Zehravi (936-1013) İslam dünyasının en büyük cerrah ve anatomistidir. Dönemi için modern sayılacak cerrahi esasları tıbba kazandırmış, ilk kez cerrahi aletlerin çizimlerini yapmış, dağlama ve amputasyon yöntemlerini uygulamıştır. En ünlü cerrahi eseri “Al-Tasrif fit Tıp” adını taşımaktadır.

Ali bin Abbas  ya da Latince "Haly Abbas" olarak bilinir. İranlı Müslüman fizikçi ve tıp alimidir. "Kitab El-Maliki" adlı tıp ve psikoloji üzerine yazdığı eseriyle ve günümüzden yaklaşık 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapmasıyla biliniyor.

İslam dünyasının önemli hekimlerden biri de 13. yüzyılda Şam'da ve Kahire'de çalışmış olan İbn Nefis’tir. “İbn-i Sina Kanunu’nun Anatomi Kısmına şerh” adlı eserinde Galen’in dolaşım sistemine itiraz etmiştir. Galen’in ileri sürdüğü kalbin sağ ve sol karıncığı arasındaki duvarda deliklerin bulunduğu görüşünü reddetmiştir. Nefis’e göre söz konusu yerde herhangi bir delik bulunmamaktadır. Bu da kalbin sağ tarafına gelen kanın akciğerlere gidip oradan sol karıncığa geçmesi demektir. Yani, günümüzde bildiğimiz küçük kan dolaşımı dediğimiz olaydır. Bu açıklama zamanında İslam ve Osmanlı dünyasında biliniyor olmasına rağmen Avrupa tarafından fark edilmemiştir.”

  Evet bu bilginin ardından şunu söylemek ne kadar üzücü biliyoruz bunları ama malesef tarihte hep batının bilim adamları tarafından bulduğuna dair bilgiler yer alması çok sinir bozucu bir durum. İbni Sinan’ın veya diğer alimlerin şuan kitapları üniversiteli öğrencilerimizin elinde olması gerekirdi. Ama malesef öyle değil.Peki onca köyde yaşayan insanlar sapa sağlam uzun ömürlü yaşarken bizlerin sağlıkları bu kadar bozuk olması neden demeye gerek varmı. Elbette yok. Yendiğimiz yemeklerin hangisi doğal organik ve katkı maddesiz ki. Batı malesef bizi bu konuda yok etmeyi genlerimizle oynayıp neslimizi bozmayı öyle güzel başardı ki. Bu çok önemli acı bir gerçek. Bunları yazarken dahi canım çok yanıyor. Müslümanların ülkesini ele geçirmek zor ama içten fethetmeyi ancak bu şekilde yapabildiler. Okuduğum kitapta ise şu gerçeklere şahit olmuştum. Batının bir kasabasında çalışan sağlıkçı, herkes çok sağlıklı olduğu için kimsenin gelmemesi üzerine hiç para kazanamıyor. Bunun üzerine yanlış hatırlamıyorsam kasabalıların hasta olmasına sebep olan bir sistem oluşturuyor ve doktorun e tabiki bununla birlikte eczaneninde kazanmasını sağlıyor tabi bu çok eski yıllarda daha hastanelerin açılmadığı yıllarda oluyor ve ilacı doktor satıyor. Eczanelerinde aslında hikayesi böyle başlıyor. Malesef böyle bir olayı duymak okumak nekadar üzücü. Bu yediğimiz yemeklerin hikayesinede “Farmageddon savaşı” denmekte. Kitapta;

“Ne yazık ki insanlığın sağlıklı hali tarih sayaflarında kalmış bir hatıra durumunda!Galene göre insan vücudu ya sağlıklıdır, ya hastadır, ya da ikisi arasındadır. Aradaki, bu üçüncü hal sanki bugünü tarif ediyor. Toplum ne hasta, ne sağlıklı, hem hasta, hem sağlıklı. Biraz hasta, biraz sağlıklı. Bir süre hasta, bir süre sağlıklı... Birbirini izleyen (ve hiç bitmeyen) sağlıklılık-hastalı döngüsü... Sürekli bir savaş hali, farmageddon savaşı!

  Ivan Illiche göre insanlığın üçte biri beslenme yetersizliği çekerken, üçe ikisi ise modern bir hastalık olan kötü beslenme salgınına yakalanmış durum da. Zenginler daha çok miktarda zehir ve mutajen maddeler içeren yiyecekler yiyor. 225 Modern kötü beslenme, çeşitli tezahürleriyle iatrojenik hastalıklardan daha fazla zarar veriyor insanlara.

   Kötü beslenme; modern hayat biçiminin, dünyevileşmenin, dayatılan bilimciliğin, körü körüne bilim dalkavukluğunun, fıtrata müdahalenin, çevre tahribatına ve hazcılığın sonucu ortaya çıkmış pandemi düzeyinde bir hastalığa dönüşme durumda.

   Tabiat yalnız bedenleri değil aynı zamanda ruhları da besler. Her türlü ahlâki değerden yoksun olan modern sanayi, ne yazık ki tabiatı saran bir kansere dönüşmüştür. Bugün daha fazla tarım ürünü elde etmek gibi gerçek dışı iddialarla pazarla tarım pestisitleri, kentlilerden daha fazla köylüyü ve çiftçiyi tehdit ediyor. Geleneksel Tabi tohum yerine endüstriyel tohum gübreler,pestisitler gibi zararlı tarım girdileri, hem çiftçinin hem de toprağın sağlığını bozuyor. Ürün fiyatlarını yükseltiyor, orta ve uzun vadede verimi düşürüyor. Gıdanın besin değerini düşürüyor. ABD'de yapılan birçok çalışma, endüstriyel tarım sonrasında birçok gıdanın besin değerinin büyük oranda düştüğünü gösteriyor. Pestisit kalıntıları, gıdaların aşırı düzeyde işlenmesi ve eklenen katkı maddelerinin toplum sağlığına verdiği zararıda cabası.

   TÜİK'in verilerine göre, 2002 yılında 266 milyon dolarlık zararlı gübre ithal eden Turkiye, 2011 yılında tam 1 milyar 374 milyon dolarlık gübre ithal etmiştir. Türkiye, ithalatından daha fazla gübre üreten de bir ülkedir. Bütün bu kimyasal zahirler toprağa bırakılmaktadır. Bu kimyevi nitrat gübresi, ürünü hacimsel olarak büyüttü büyütmesine lakin suları kirletti, gıdalar bozuldu ve nihayetinde Turkiye mide kanserinde Japonları bile geride bırakarak dünya birincisi oldu. 

   Endüstriyel tarımın bir sonucu olan mono tarımda besin değerinden ziyade ürün çokluğuna ve estetiğine önem veriyor. Netice itibariyle yine toplumun sağlığı bozuluyor. Post-antibiyotik veya McTıp da denilen günümüz endüstriyel tubbı bu gidişattan mutlu. Nasıl mutlu olmasın ki herkes biraz sağlıklı biraz hasta.

   İnsanlar para harcayıp zehirli ucube gıdalar satın alıyor ama bu gıdalar onları hasta ediyor. Bu kez de iyileşmek için modern tıbbın çarkına giriyorlar, ihtişamlı hastanelerde servet harcıyorlar. İşin en acısı ise, hastalığa sebep verenle, hastalığı 'tedavi(!)' iddiasında olanların aynı şirketler olması! İlacı da, gübreyi de, diğer kimyevî maddelerini de, tıbbî aletleri hatta tohumu da aynı el, aynı sermaye üretiyor.

   Tüketimin kurallarını, tetkik ve teşhisin ölçülerini de onlar belirliyor. Dahası neyin hastalık olup olmadığına da onlar karar veriyor. İçlerinden birisi sürüden ayrılsa, gerçekten halkın sağlığını düşünen bir kelam etse (mesela "Kolesterol ilaçları hiçbir işe yaramaz, bırakın" dese) hemen meslekten aforoz etmeye çalışırlar. İyilik maskesi imal etmekle yükümlü PRcılara, reklamcılara, sivil toplum kuruluşlarına sahip, sürekli sosyal sorumluluk kampanyası düzen bravarslarına sahip, sürekli paraların döndüğü şeytani bir çark bu Farmageddon işte bu!

   Kötülüğün kol gezdiği bu kargaşa çağında Müslümana düşen en önemli görev, insanlığı, bilimciliğin, pozitivizmin ve materyalizmin sürüklediği helak edici uçurumdan kurtarmaktır. Bunu ise ancak zihindeki putları yıkarak, bilgisizliği yok ederek, bencillik ve müsrifliğe son vererek, fıtratın kanunlarına ve tüm canlıların hayat hakkına saygı duyarak, kadim bilgiye ve hikmete sahip luğuna son vererek, sessiz ulemaya itiraz ederek, kendini batıla sürükleyen iktidara karşı durarak, irfan ehli olarak, batının batmakta olan gemisini terk ederek ve yeniden Hz. Peygamber (sav)'in ölçü ve öğütlerine sarılarak başarabilir!

Başka çare  yoktur!”

Şeklinde anlatılan yazıdan bu savaşın anladığınız üzere aslında böyle bir savaş olduğunu yani silahlı bir saldırı gibi değil içten fethetme uygulaması bu şekilde olur dercesine bizi yolumuzdan şaşırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar maalesef. Okuduğunuz bu savaştaki en acı şeyse gerçekten bu hastalıkları da tedavi edenide yapan aynı el başka bişey değil insanlığın gözü para olmuş gerçekten bunun hesabını nasıl ödeyecekler bilmiyorum. Rabbim bizi öyle olmaktan korusun. Kitapta da dediği gibi bizler peygamber efendimizin (s.a.v) yolundan ayrılmadığımız sürece biiznillah bize bişey olmaz. Onun ümmetiyiz onun gibi yaşamalıyız. Sadece dikkatli  gözü açık uyanık olmalıyız. Belki bu teknoloji çağında çok zor ama başarabiliriz. 

  Aynı zamanda batının en sevmediğim yanı ise bizim için ürettikleri o zehirleri kendi ülkelerinde yedirmiyorlar. Biliyorlar neye sebep olacaklarını. Heleki herşeyin içinde o jelatin denen domuz ürünün olması. Zaten şunu duyunca başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Türkiye domuz çiftliğinde birinciymiş. Yani şimdi ne demeli bu duruma. Ben yurtta kalırken helal sertifikalı paketli gıdaların olduğu “Afia” markasının üreticisi seminer vermişti üniversitede. Ablanız bize bayram şekeri vermişti. Gayet doğal jelatini glükozu olmayan doğal bir şeker. Ne kadar lezzetli ve çok yedirmeyen ve tabiki doğallığı bu yediğimiz kentin şekerleri gibi değil. Dışı mat mesela biliyorsunuz şekerlerin dışı parlak yağlı gibidir işte o jelatin. Sadece orda mı oluyor keşke ya bu inşaat malzemelerinde bile oluyormuş. Herşeyi anlatmıştı ablamız allah ondan razı olsun. Gerçi nekadar alışığız ki dışardan yememeye. Ben bile istemedende olsa arada bir alıyorum. Ama oda dondurma oluyor sadece. Elhamdülillah şükürler olsun hem onun bilincindeyim hemde biraz hastalığım gereği doğal paketli gıdalar yememem gerektiği için yemiyorum , canım çekmiyor zaten. Maraş dondurması tüketiyorum daha çok doğal olduğu için daha doğrusu glükozu olmadığı için. Sizede market ürünü değil Maraş açıkta satılan külah dondurmayı öneririm gerçi her Maraşçı bir değil ama yinede iyidir. Hiç olmadı evde kendi dondurmamızı yapabiliriz. Kendi evime çıktığımda inşallah nasip olursa afianın ürünlerini kullanmak ve kendi ellerimle yapmayı istiyorum herşeyi ve sebze meyve tamamen memleketten olmalı. Herkesin böyle yapması gerekiyor imkanımız nekadar elverirse o kadar güzel olur herşey. 

  Tabi batı sadece yemek konusunda değil kendi ülkesinde evlatlarını ne kadar düzgün ve kurallı yetiştiriyor ,eğitime bizim ülkemize göre daha çok önem veriyor. Örneğin üniversitelere hazırlanan çocukların sistemlerine bakın o kadar saçma bi sistem ki bizim ülkemizdeki. Yurt dışında şöyle bir sistem var mesela çocuklar yeteneklerine göre liselerde eğitim aldıktan sonra kendi bölümlerinin üniversitelerine hazırlanıyorlarmış. Meslek sahibi olmayanda kalmıyormuş. Batıdaki eğitim başarısının bizden çok olması üzücü maalesef. Üniversite okumak için oralara giden öğrenciler ne yapsın. Onlarda haklı eğitimlerini geliştirmek istiyorlar bunu bizim ülkemizden sağlamaları ne kadar gurur verici olurdu halbuki. 

  Ah ah o kadar çok konu var ki konuşulacak aslında bu yazıda tıptan girdim konuya ama konu konuyu açınca değişti tabi neyse sizler kendinize sağlığınıza dikkat edin, hastalanmayalım heleki bu günlerde salgın arttı yine yememize içmemize çok dikkat edelim meyveyi sebzeyi ihmal etmeyelim. Doğal beslenmeye paketli ürünü kullanmamaya çalışalım. Daha bilinçli olalım inşallah😌

   Hoşçakalın ,sevgi ile kalın Allah’a emanet olun okuyucularım😌

TARİHİ CAMİLERİMİZİN GEÇMİŞİ VE GEOMETRİK DESENLERİ

  Merhaba sevgili okuyucularım! Uzun zamandan sonra yine bir aradayız. Kendi alanımın dışında güzel paylaşımlar yaptım baya. Ama şimdi yine kaldığımız yerden devam edelim. Gerçi bu alanda sürekli ilgilenebilecek vaktim oluyordu şuan ise olmuyor çünkü çalışmaya başladım. İnşallah hafta sonları zamanımı ayırabilirim. 

  Evet ilgi alanım yani özellikle bu sayfayı açarkende isminden gördüğünüz üzere İslami geometrik sanatları. Bu sanat hakkında çok daha fazla bilgim paylaştıklarımın dışında yok. Öğrenmeye devam ediyorum. Bunun dışında geriye sadece tarihleri ve motiflerini merakla öğrenebileceğimiz camilerimizin,medreselerimizin vs. isimlerini bilmek kalıyor. Desenleri incelemek için geziler dahi yapmak güzel olabilir. 

Ailecek, arkadaşlarla vs. yapacağınız geziler için planlar yapıp hem tarihini hemde sanatsal olarak yapısını inceleyebiliriz desenlerin. Bende desenleri çizerken bi çoğunu araştırdım ama bakmadıklarım çok. İsmini bilmediklerim de. Tabi çizdiğim her desen bir camiye veya bir esere ait değil. Sade desenlerde var internetten bakıp çizdiğim. Onları elim alışsın ve açıları anlamak öğrenmek için çiziyorum. 

   Bu yazımda da  çizinlerimden üçünü seçtim  çünkü ülkemden parçalar olsun istedim ve araştırıp okuduğum tarihlerini sizlerle paylaşmak istedim. Nasip olurda yolunuz bir gün düşerse buralara gideceğiniz duraklar arasında bu camilerimizde yer alsın derim inşallah😌

  Seçtiğim eserler iç anadolu ve güney anadolu bölgesinden. Varacağımız duraklar Konya Kayseri ve Diyarbakır’da . Bakalım bu eserler bizlere kimlerden emanet kalmış?Nasıl desenler ile süslenip bezenmiş? Haydi yolculuk başlasın o zaman☺️

 •İlk durağımız Kayseri:Hacı Kılıç Cami

Tarihi:

Selçuklu devletinin son dönemlerinden kalma bir eser olarak 750 yılı aşan yaşına rağmen hala dimdik ayakta duran Hacı Kılıç Cami, taçkapısı ve mihrabındaki süslemelerle Kayseri'deki tarihi eserler arasında özgün bir yere sahiptir.

   Kayseri şehir merkezinde ve İstasyon Caddesi üzerindeki Hacı Kılıç Cami, Selçuklu döneminin önemli eserlerinden biridir. Kayseri'nin sahip olduğu dini yapılar arasında önemli bir yeri bulunan Hacı Kılıç Cami; Selçuklu devletinin son dönemlerinde 647 (M. 1249} tarihinde Ebu'l-Kâsım Bin Ali Tûsî tarafından yaptırılmıştır.

  Bu eserimizin girişinde bulunan mukarnaslı nişin altında celi sülüsle yazılmış bir kuşakta Tevbe Suresi'nin 18. ayeti yer almaktadır: "Allah'ın mescidierini ancak Allah'a ve ahiret gününe imân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imâr eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır." âyet-i kelimesi yazılıdır.Cami girişinde bu yazı; beyaz mermer üzerine yazılmışken, medrese kapısında taş üzerine işlenmiştir. Giriş kapısı basık kemerlidir. Sağ ve solda mukarnaslı nişli mihrabiyeler yer alır. Taçkapı dış pervazında yukarıya kadar uzanan sütunlar ve içte; giriş kapısının iki yanındaki küçük sütunlar da geometrik karakterde değişik desenlerle süslenmiştir. Yalnızca medrese kapısının dış pervazında mukarnaslı bordür dolaşmaktadır. Bu kapının üst kısmındaki kitabede celi sülüsle Arapça olarak iki satır halinde yazılan metnin tercümesi şöyledir: "Bu mübarek medresenin yapılmasını Keyhüsrev'in oğlu yüce sultan, din ve dünyanın şerefi, fetihler sahibi, Keykâvus devrinde 647 (1243) senesinde zayıf kul Tûs'lu Ali oğlu Ebu'l-Kâsım eliyle emretti." 

  Evet tarihi bilgisi ile çok eskilere dayanan bu eser gerçekten yıllar geçmesine rağmen hala ayakta insan şu zamanda dahi bu kadar sağlam eser yapamazken dedelerimiz öyle büyük miraslar bırakmışlarki bizlerin torunları dahi görür diyebiliriz. Girişte ayeti kerime yazması ve atalarımızın ismi hakkında bilgi vermesinde çok güzel. Genelde birçok camimizin yada medreselerin girişlerinde güzel hat yazıları ile ayeti kerimeler yazılmakta dedelerimiz sanata önem veriyormuş evet ama imanları öyle kuvvetli imiş ki sanatada bunu yansıtmışlar. 

  Bu güzel eserde birazda sanatsal incelemeler yapalım. Benimde desenini çizdiğim eserimizin bir kaç resmini ve desenini paylaşacağım. 








 

    





İkinci durağımız Konya:Eşrefoğlu Cami

 Tarihi:

 Beyşehir şehir merkezinde olup en eski Selçuklu Beylik dönemi yapılarındandır. Selçuklu Hakanı Sultan Sancar'ın emri ile 1134 yılında yaptırılmış, daha sonra Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297 yılında bugünkü şekliyle yeniden inşa edilmiştir. Halen ibadete ve ziyarete açıktır.

   7 asırlık cami, taş, tuğla, çini ve renkli boyama gibi birçok süsleme sanatının bir arada ve yoğun olarak kullanıldığı tek ahşap cami olması nedeniyle Türk mimarlık tarihinde özel bir yeri vardır. Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından 1297-1299 yılları arasında yaptırılan Eşrefoğlu Camii, ahşap direkler üzerine oturtulan düz tavanlı camilerin en büyüğü olarak biliniyor. Caminin ahşap olmasına rağmen 7 asır çürümeden ayakta kalabilmesinin sırrının bugün bile bilinmediği caminin önemli özelliklerinden biri de, ortasında bulunan, 4-5 metre derinliğindeki "karlık" denilen kuyudur. Karlığın, caminin çürümesini önlemek amacıyla yapıldığı sanılmaktadır. Karlığa dolan karın yavaş yavaş erimesiyle, nemin, caminin içindeki ağaçların ömrünü uzattığı sanılıyor. 

  Bu güzel tarihi eserimizi diğer camilerden ayıran bir özelliği varmış. Mimarlar ozamanlar gerçekten her ayrıntıyı düşünmüşler. Eğer bu fikirler olmasa camilerden bir kalıntı dahi kalmazdı. Misal Mimar Sinan’ın eserleride öyle o yıllarda ne elektrik vardı nede teknoloji çok ileri seviyedeydi. Ama mimarımızın ince fikirleri sayesinde aydınlatmayı nasıl sağlayacağını biliyordu.

 Bu eserimizdende güzel kareler ve desenler paylaşacağım sizlerle. 










Üçüncü durağımız Diyarbakır:Ulu Cami

 Tarihi:

 Diyarbakır Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerindendir. Yapım tarihi kesin olarak bilinmeyen ve kentin en büyük kilisesi olan Mar Toma Kilisesi’nin MS 639 yılında camiye çevrilmesi ile oluşturulmuştur.    

  Diyarbakır’da hüküm sürmüş bütün devletler tarafından Ulu Cami’ye büyük önem verilmiştir. Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin Keyhüsrev, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve Osmanlı padişahlarından birçoğu ile İnaloğulları, Nisanoğulları ve Artuklulara ait kitabe ve fermanlar caminin çeşitli yerlerinde görülmektedir.

  Cami bu kilisenin üzerinde gelişmiştir. Ancak bu kilisenin planı ve mimarisi hakkında herhangi bir bilgi bulunmuyordu. Emeviler zamanında bölgede İslamiyet'in yayılmasıyla birlikte, Şam Emeviye Camisine benzetilerek bir kurulan bir camiden ilk İslam kaynakları bahsetmektedir. 1046 yılında kente gelen Nasır Hüsrev kentteki yapıları anlatırken Ulu Cami'den de bahsetmektedir. Hüsrev, caminin çok destekli bir sütun sistemine sahip olduğuna ve yapının yakınında bulunan bir kilisenin süslemeli sütunlarına işaret etmektedir. 1085 yılında kenti ele geçiren Selçuklular zamanında cami yeninden büyük bir onarımdan geçirilmiştir. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın emriyle vali Amidüddevle 1090 yılında camiyi esaslı bir biçimde onarmıştır. Tek şerit halinde bu onarıma ilişkin kitabede şunlar yazılıdır:


"Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla; Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed onun elçisidir. Bunun yapılmasını Büyük Sultan, Büyük Sahlann Şahı, ümmetin ve emirlerin başı, Arap ve acemlerim efendisi, dünya ve dinin yücelticisi, Devletin Kudreti, Fetih babası, Alparslan oğlu Melikşah - Allah saltanatını devamlı kılsın ­emretti.

Dinin şerefi, Devletin direği, Vezirlerin tacı, Cehir oğlu Mansur Muhammed valiliği zamanında Allah günlerini uzatsın; Kadılann şerefi, Büyük kadı Abdülvahid oğlu Abu nasır Muhammed eliyle ve Kudüs'lü Muıammed oğlu Ahmed'in vekaletiyle 484 (1091) senesinde yapıldı."

Selçuklu döneminde yapıda gerçekleştirilen onarımların nereler olduğu bu gün için tam belli değildir.

Yapı 1115 yılındaki depremde tahrip olmuştur. Bu dönemde caminin içinde bulunan ahşap destekli bölümlerin yıkıldığı, İnaloğulları zamanında yeniden inşa edildiği bilinmektedir. 1117-1125 yılları arasında avlunun doğu ve batı kanatlarında bulunan çift katlı revaklı bölümler inşa edilmiştir. 1155 yılında Avlunun doğusunda bulunan Mesudiye Medresesi inşa edilmiştir. Yapı sonraki dönemlerde Selçuklu, Artuklu, Osmanlı, Akkoyunlu zamanında da onarım görmüş ve ilavelere maruz kalmıştır.


  Diyarbakır Ulu Cami, İslam aleminde (Kâbe, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa ve Şam Emeviye Camisi’nden sonra) beşinci Harem-i Şerif yani Kutsal Mabed olarak kabul edilir.  

 Cami, planı itibariyle Şam Emeviye Camisi’nin Anadolu’ya yansıması olarak yorumlanır. Bir külliyeyi andıran Ulu Cami, ortadaki dikdörtgen biçimindeki büyük avlunun etrafında yer alan çeşitli bölümlerden oluşur. Avlunun güneyinde Hanefiler bölümü, kuzeyinde Şafiiler bölümü ve Mesûdiye Medresesi, batısında Zinciriye Medresesi ile doğusunda revaklı bölümler bulunmaktadır.

Camiye giriş üç ayrı yerden sağlanır. Doğudaki ana giriş kapısının iki köşesinde aslanla boğa mücadelesini simgeleyen ve simetrik olarak işlenmiş kabartma bir figür bulunmaktadır.

Yapının içinde orta bölümün tavanı kalem işleriyle süslenmiştir. Benzer kalem işi süslemeleri tavanın yüzeylerinde de görülmektedir. Buradaki yazı şeridi şeklindeki kalem işleri daha çok Osmanlı dönemi süslemelerinin özelliklerini taşımaktadır.

  Bu tarihi eserimizi de sona bırakmak istedim biraz daha detaylı bir tarihi var çünkü. Ve çok büyük bir cami. Dedelerimiz eğitime çok önem vermiş zamanında bunu en çok ülkemizin her bir yerinde kurulan medreselerden anlayabiliyoruz. Osmanlı dönemi değil sadece o dönemden önce ki yıllarda da kurulmuş. 

 Araştırmalarımın yanında tarihi dizi sever biri olarak TRT 1 in dizilerini takip ederek o dönemin devlet adamlarını da öğreniyorum aynı zamanda. Bu eserimizde bir çok bölümü olması ile ve içinde medreselerinin oluşu ile diğerlerinden biraz daha farklı. Bir okul gibi diyebiliriz. Aynı zamanda içinde bir çok kitabe ve ferman bulundurmuş olmasıda onu ayıran bir özelliği. 

Resimler ile biraz da camimizi ve geometrik desenini inceleyelim. 











 
  Umarım bu yazımı da beğenirsiniz ve  birşeyler aktarabilmişimdir. Bir dahaki yazım da görüşmek üzere ☺️Hoşçakalın!

KİTAP VE FİLM YORUMLARI📚🎞🍿🎥



 KİTAP YORUMU

 Merhaba sevgili okuyucularım bu hafta bişeyler yazmak istedim ve farkettimki arada bir kitap yorumunda yapmak gerekir bende yapmadığım için bu sefer kitap yorumu yazayım dedim. Bu aralar elimde okuduğum hem dini ama bi yandanda sanki iki kişinin mesajlaşmasını okuyormuş gibi yazılmış bir çeşit kitap. Ömer sevinçgülden. Bence tanıdınız😊. Evet “CARPEDİEM”!! Ve “Anı yaşa!”  desem hemen anlarsınız zaten!☺️

  Bu kitabımızın ismi de“Seni seven biri var”. Kitabın ismi belki sayfamın ismi ile ilişkili değil o tarz sanatsal kitaplarını tercih etmeliyim aslında, neyse sonra onlarda olur inşallah! Öncelikle bu kitaplarımı bitirmeliyim. Okuduğum kitap gerçekten dini kitapları öğrenmeyi ve okumayı çok seviyorsanız bence tam sizlik. Aslında kitaptaki iki kişiden yani yazar ve ateist bir kahramanın konuşmasına şahit oluyoruz. Kızımıza yani kahramanımıza davette bulunuyor bir nevi. Tabiki kızımızın sorduğu sorular üzere aldığı cevaplarda davet gizli bir biçimde yapılıyor. Ve bu davet aslında gerçekleri yani hayatın gerçeklerini anlatarak yapılan gizli bir davet. 

  

  Gerçekleri zaten biliyoruz değil mi ölüm, ahiret ,kabir Rabbimiz ,peygamberlerimiz  vs. Bir olan Rabbim herşeyi bizim için yaratmış ve elbette hiçbir şekilde abes yani boş yere yaratmamıştır….

  Bunlar ve daha bir çok şeyler konuşuyorlar yazar ve genç kızımız. Kitabın akıcılığının yanında sayfalar arasındaki küçük notlarsa çok hoş gerçekten! Ve en çok etkilendiğim bölüm ise canı sıkılan genç kızımıza cevap olarak, birgün çok muhteşem harikulade bir fuar gezdiğini anlatıyor, insanın hiç canı sıkılır mı bu fuarda diyor ve anlatmaya başlıyor bu fuarı!

Sizce neresi bu fuar! İpucunu söylesem zaten anlarsınız😌 Tabiki şu koca hayat yolculuğumuz ve çevremizde gördüğümüz göremediğimiz canlı cansız şahit olduğumuz tüm varlık alemiydi bahsettiği fuar!🥹Evet nekadar çok şaşılacak bir kainatın içindeyiz! Herbir varlığı, şu içinde bulunduğumuz bedenimizi dahi öyle özenerek yaratmış ki Rabbimiz! Sizler için o bölümü anlatmadan önce kitap arkasındaki küçük, kısa özeti yazmak istiyorum. En çok sevdiğim kısımdır kitap arkası yazıları sizde önden okumak istersiniz belki:

““Hayatın anlamı ne, nerden geldim, ölümden sonra ne olcak?” gibi sorular sormaya başladın mı, alacağın cevap “Kafayı mı yedin kızım sen?” olur. Yada “Erkek arkadaşınla kavgamı ettin yoksa?” falan derler. Aslında her insanın hayatı sorgulaması gerektiğini düşünmek istemezler pek…

        Umrundaydı sanki!

Zeki bir genç kız…Kitap okuyor…Düşünüyor…Sorguluyor…Edebiyata meraklı... Felsefeye ilgisi var... Kitapları seviyor... Kendisi de yazılar yazıyor... Sanal ortam- da gizemli bir yazarla tanışıyor bir gün... Hayata dair her konuda konuşuyorlar... Yüzünü hiç görmediği bu yazarla güçlü bir bağ kuruluyor aralarında... Zamanla konular ilginçleşiyor... Beklenmedik farklı olaylar gelişiyor... Bir gencin kendini arama ve yeteneklerini keşfetme serüveni bu... İlginç, samimi ve etkileyici...”

  Evet anlatmak istediğim yere gelirsem zaten kısacık bahsetmiştim ama biraz daha detaya ineyim. 

Yüzbinlerce reyon olduğundan bahşediyor bu fuarda yazar. Çeşitli yerlerinde kıyısı görünmeyecek kadar büyük havuzlar varmış. Devasa büyük ampul koca fuarı aydınlatıyormuş gelen insan sayısı sayılamayacak kadar çokmuş … Varlıklar aleminde yani canlılardan kara üzerinde yaşayanların çeşitliliğinden bahsetmiş ve bir çoğunun bize öyle güzel vitaminli besinler verdiğini söylemiş  sonra sular altında çok büyük bir reyon var diyor yazar. Orada rengarenk çeşit çeşit bize fayda sağlayacak çok güzel eserler var demekte birde havada uçan o alemden bahseder  hayranlıkla izlediğini söyleyerek… 


 Ve akşam olmuş, masmavi gök bir anda kızıl mor  rengine bürünmüş. Aydınlatan lamba batmış ve ışıl ışıl parlayan minik ışıklar ve beraberinde büyük beyaz bir lamba aydınlatması varmış. Göğün rengi siyahlaşmış…

 Şeklinde devam ediyor bu güzel alemden bahsederken daha güzel bir anlatımı var tabi ben aklımda kalanları yazdım. Böyle bu tarz kitaplar gerçekten güzel carpediemin tüm serisi uyguna indirimde satılmış olsa hemen alırdım. Bir kaç kitabını okumuştum sadece. Neysek uzatmayım siz okuyun yorumları sonra yaparız☺️ 

FİLM YORUMU


Koruyucu (2021) — The Movie Database (TMDB)

Bir de film yorumu yapalım. “Koruyucu” ve “Buz yolu” adlı iki film. Buz yolunu önceden babamla izlemiştim. Sonuna denk gelmişti ama. Bu seferde  iki filminde başını kaçırdım. Ama olsun birdaha bakarım. 

 Filmin ana karakterleri aynı oyuncu; Liam Neesson . Biri adı üstünde koruyucu gerçekten heyecanlı dövüşlü falan o tarz filmleri seviyorum! Aslında kimse istemez, sevmez belki kanlı filmleri ama ana konusu güzel olunca!😌Baba iç güdüsü ile bi evladı korumak çok güzel bir şey sonuçta. Bi mafyanın peşinde olduğu bilinen çocuğu koruyan leesson çok başarılı bir nişancı. Çocuğuda bu konuda eğitim veriyor. Sonunda ise bu tehlikeli yolculuk bitiyor ve çocuk annesine kavuşuyor.  


  Buz yolunun ise başını kaçırınca çok anlayamadım onu bidaha izlemeliyim. merakta ediyorum. Bununda isminden  anlaşılacağı üzere buzun üzerinde geçen tehlikeli bir hayatı anlatıyor. Heyecan dorukta! Kurtulabilecekler mi diye merakla izliyorsunuz. Ve dostluğun güzel bir örneğini göreceksiniz. Şimdiden iyi seyirler diliyorum. Yorumlarda buluşmak üzere
!☺️

BENİM PENCEREMDEN HAYATIM

      Bu sabah yine güneşin ışıkları ve kuş cıvıltıları ile uyandım.Yatağım penceremin yanında olduğu için perdenin kenarından sızan güneş ı...